Persepolis

Posted by Dilek ALTUN GENÇALP | Posted in , , , | Posted on Çarşamba, Kasım 03, 2010

Persepolis
Paris Orly Havaalanında genç bir kadın.
Çok güzel değil. Zaten güzel olsaydı bile, o ceylan gözlerine demir atmış olan kopkoyu hüzün sayesinde farkında bile olamazdık. Marjane (Marji), sigarasını yakıp oturduğu havaalanı bankında, patates kızartması, ketçap ve Bruce Lee'yi sevdiği, Adidas giydiği ve son peygamber olmaya karar verdiği kadar eski günlerine dönerken, onu yanlız bırakmadım.


Paris'ten gelen akrabaların karşılanması, evde verilen partiler gibi hayatın olağan akışında, bizimkilerden hiç de farklı gözükmeyen, bitişik nizam binaların sıralandığı genişce bir caddede ellerinde pankartlar olduğu halde kalabalıkların

''Şah'a ölüm! Şah'a ölüm!''


diye hep bir ağızdan bağırdıkları ve kardeşlerin, ana-babalarla çocuklarının saflara ayrıldığı sırada yanındaydım. Bir türlü dinmek bilmeyen olayları birlikte seyrettik; o, çocuk aklıyla, bense bugünkü aklımla... Bir yandan, gösterilerde şahın heykellerini yıkılıyor, diğer yandan silahlı çatışmalar yaşanıyordu. DEJAVU! Yoksa ben bunları daha önce de görmüş olabilir miydim? Fakat hafızamdaki görüntülerde, 'Şaha ölüm' yerine 'Diktatöre (namı diğer Ahmedinejat) ölüm!' haykırışları eşliğinde, Hamaney'in resimleri yerle bir ediliyordu! Hatta civanım delikanlıya göre, bunlar şaşırtıcı olaylardı, ama kısa zamanda herşey normale dönerdi - kimin normali neyse artık...

Şahın ülkeyi terk etmesinden sonra bile hesaplaşma bitmemişti: 'şah taraftarı' diye yaftalananlar cezalandırılarak, bir bir hapse atılıyordu. Bayram havası eserken, ülkenin geleceği ile ilgilenen herkes, halkın artık durdurulamayacağını, herkesin eşit olduğu adil bir düzen geleceğini konuşuyordu. Şahın yönetiminden daha kötü hiçbir şeyin olamayacağı görüşü hakimdi. Yapılan seçimlerde, halkın %99.99'unun İslam Cumhuriyeti'ne oy verdiği ilan edilmişti. İran için yeni bir dönem başlamıştı ve ben Marji'yle bir anlaşma yaptım: bazı zamanlar kendi ülkeme dönecektim, fakat o süreler boyunca da Marji için zamanı durduracaktım.

Halkın yarısının okuma yazması olmadığını, sadece milliyetçilik ve din söz konusu olduğu zaman insanların hareketlendiğini gördüğümde Marji için zamanın durması gerektiğini anlamıştım. Ülkeme döndüğümde günümüzü mercek altına aldım ve benzerlikleri gördüm. Tamam, belki bizde okur-yazar oranı yüzde elliden fazlaydı, ama neyi değiştirirdi ki bu? Hani bir zamanlar çocukluğumuzda, hatta annemin çocukluğunda bile derslerden, çalışmadıkları ve dolayısıyla konuyu öğrenmedikleri için, geçer not alamayanlar sınıfta kalırdı ya... 'Tembel' derdik ya böylelerine... Kimseye 'tembel' denmiyor artık. Yok yok, nedeni ayrımcılık falan olacağı için değil - güldürdünüz valla beni :) 'Sınıfta kalma'yı ortadan kaldıran bir eğitim sistemi kurmuş ülkeyi yöneten(ler). Düşünün bir, sınıfta kalma yok, dersine çalışan da bir üst sınıfa geçiyor, çalışmayan da... O yüzden diyorum ya, okur-yazarlık oranı, uluslararası istatistiklerde yüksek görünmesinden başka hiç bir şeye fayda etmiyor; okumuş cahiller ordusuna 'en az üç çocuk' emriyle her gün yenileri ekleniyor. Yeni nesil için durumu böyle açıklasak bile, eskileri nasıl açıklarız? Mesela, iktidarın eski bakanlarından Kürşat Tüzmen'in
Başbakan uçurumdan atlıyorsa, bize yakışan
onun arkasından atlamaktır. Karar doğrudur, yanlıştır, önemli değil.
Türk töresi böyle gerektirir.
sözlerine ne diyebiliriz ki? Allah akıl dağıtırken uyuyakaldığı için akılsız kalan insanlar gibi, birisinin ardından uçurumdan sorgusuz sualsiz atlamaya razı olma düşüncesinden içim bunaldı. Hele son iktidar partisiyle birlikte yükselen ve 'din' çevresinde özenle yoğunlaştırılan sömürü konuşmalarını da hatırlayınca, iyice daraldım. Belki açılırım ümidiyle Marji'nin yanına döndüm.

İnsanlar yeni yönetimde de aradıklarını bulamamışlardı. Faili mechul cinayetler, başka başka yaftalamalarla hapse atılmalar devam ederken, aydın denilen kesimler için bunlar geçiş sürecinde normaldi, bir süre sonra her şey düzelecekti, daha iyi olacaktı. Aynı fikirde olmayanlardan, bu gidişin çok tehlikeli olduğunu düşünenlerden bir kısmı ülkelerini terk etmeye başlamışlardı. Marji'nin amcası karşı devrimci olarak tutuklandı. Halbuki o, şah karşıtlarındandı; tıpkı Tophane olayında neden dövüldüğünü anlayamayan 'yetmez ama evet'çi gibi.

Irak savaşıyla birlikte, İranlılar için işler daha kötüye gitmeye başladı. Hükümet daha da baskıcı kanunlar çıkardı ve iki yıl gibi göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede hayata dair ne varsa, herşey değişti. Evinde alkol bulunduranlar tutuklandı. Komşular arasında bile jurnalcilik başladı. Rüşvet her yerde derde deva oldu. İnsanların birbirine saygısı kalmadığı gibi, erkekler kadınlara en aşağılık mahluk muamelesi yapmaya başladı.
Türban özgürlükle eşanlamlıdır.
Türban, saygın bir kadının kendisini erkeklerin gözlerinden korumasına yardımcıymış, açık giyinen kadın günahkarmış ve cehennemde yanacakmış. Okulda Marji'yle yan yana oturuyorduk bunu duyduğumuzda ve yıl 1982 idi. Yemin ediyorum, içim acıyarak durdurdum zamanı. Anlaşılan o ki, zamanı durduran tek ben değilmişim. Baksanıza, İran'da söylenişinden bu yana tam 28 yıl geçmiş ama, bugün benim ülkemde aynıları konuşuluyor!!! Durdurun dünyayı inecek var, diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, ama dünya zaten Türkiye için durmuş da haberimiz olmamış!!!

Cahil halk en kolay neyle kandırılır? Kömür, bulgur, beyaz eşya gibi maddi şeyleri değil de, manevi kandırma yollarını düşünün bu kez. Her müslümanın hayalini kurduğu bir şey? Ayol tabi ki cennete gitmek! Peki, İranlılar cennete nasıl gider? Okullarda erkek çocuklara gayet sıradan birer anahtar verilir, savaşta bu anahtarla ölürlerse cennete girecekleri, cennete kadınların ve güzel yiyeceklerin olduğu söylenir!

Marji için kısa bir duraklama anı yaratarak, bunu civanım delikanlının iktidarı neden düşünemedi, dedim. Cehaletse, İranlılardan aşağı kalır bir tarafımız yok (30 yıl sonra bile!); savaşacak asker ihtiyacı desen, orada Irak savaşı vardı, bizde PKK var. Ver cennetin anahtarını, bak bakalım bedelli veya kısa dönem askerlik diyen kalacak mı ortada! Cennete girme garantisine rağmen hala bunları savunan kalırsa, basarsın damgayı dinsiz, imansız, Allahsız diye, olur biter.

''Şehitlerimizin kanı kutsal topraklarımızı suluyor.'', ''Bizim için canlarını veriyorlar.'' her iki ülkenin yöneticileri tarafından kullanılmış beylik laflar. Gerçi teröre kurban giden mehmetçiklerimiz artık eskisi kadar revaçta değil gibi: şehit olmak, vatan sevgisi, ne mutlu Türk'üm demek, muasır medeniyetler seviyesine çıkmak out, alt kimlik, Mahmur-Kandil-İmralı, kadınlarla tokalaşmamak ve mecelle in...

Ailesinin İran'daki gelişmelerden, daha doğrusu gerilemeden uzak tutmak istediği Marji'yle beraber, birkaç yıllığına Viyana'ya gittik ve biraz kaybolduk; İran'a geri döndük ama bu kez de İran'da kaybolduk. Aklımızı başımıza toplayınca üniversiteye kaydolduk. Günlerden bir gün Marji dersini kaçırmamak için otobüsün arkasından koşuyordu. Polis Marji'yi uyarmak zorunda kaldı: normal bir hızda ve insan gibi koşunca öyle uygunsuz hareket ediyordu ki, erkekler tahrik oluyordu! Birilerinin Marji'yi ve diğer koşan tüm kadınları bu konuda bilinçlendirmesi gerekiyordu. Bu ulvi görevi yerine getirmek, ilim irfan yuvası olan üniversitelere düşerdi: amfide haremlik-selamlık şeklinde oturan üniversite öğrencilerine şehitlerin kanının boşa gitmediğini göstermek için yapılacaklar sıralandı:
  • daha dar paçalı pantolonlar ve daha uzun çarşaflar giyilecekti
  • saçlar tamamen örtülecekti
  • makyaj yapılmayacaktı
Böylelikle şehitler boş yere ölmemiş olacaklardı. Marji'ye göre bunlar iyiydi(!), hoştu(!) da, bu arada neden erkekler için de bir şeyler düşünülmüyordu? Mesela, iç çamaşırı belli olacak kadar dar giyinen, istedikleri modelde ve uzunlukta saçları olan, elleri sürekli pipilerinde gezinen erkekler? Şehitlerin boş yere ölmediklerini kanıtlamak, neden sadece kadınların 'dış görüntü'süyle ilgiliydi ki?

Marji'yle toplumda kendisi gibi düşünenlerin de var olduğu konusunda hemfikirdik. Aynı görüşte olmamız, ikimize çok fazla bir şey kazandırmadı. Çünkü ortalık birbirinin tavuğuna kışt diyenlerle dolmuştu.
Başörtünü düzelt küçük orospu!


Ve 'türban'dan 'başörtüsü'ne böylece geçilmişti, yumuşak yumuşak. Evli olmayan kadınlarla erkeklerin bir arada görünmeleri kırbaçla cezalandırılıyordu. Zamanı durdurup, başkente gittim. Kurtuluş Parkı'nda el ele yürüyen, banklarda ve çimlerde oturan genç çiftleri 'uygunsuz hareketlerinden dolayı' fişleyen polisler vardı. Bu olay üzerine, kimsenin hayat tarzına müdahale etmediklerini savunan ve ''Kaygıları gidermek boynumun borcu.'' diyen civanım delikanlının herhangi bir aksiyon alıp almadığına baktım. Ne bileyim, polislere soruşturma açmak, görevden almak, hadi bunlar değilse bile, ''Yanlış bir iş yapılmıştır.'' gibilerinden bir açıklama aradım, ama yok oğlu yoktu işte.

Evet, doğru tanımlama bu: kopkoyu, hatta depderin bir hüzün. Kalp sıkışması. Başka tarifi yok bunun. Marji'yle ve ailesiyle ortak noktalarımızdan en güçlüsü bu duygu, diye düşünüyorum, korkarak. Korkuyorum, çünkü film gerçek oluyor...

İran'a benzer miyiz, diye düşünmek için artık çok geç; Türkiye yeni bir İran olmuş zaten...










PERSEPOLIS (2007)

Yönetmen: Marjane Satrapi, Vincent Paronnaud

Seslendirenler: Chiara Mastroianni & Gabrielle Lopez Benitez (Marji), Catherine Deneuve (annesi), Simon Abkarian (babası), Danielle Darieux (büyükannesi)

Ödüller: Cannes Film Festivali Jüri Ödülü 2007, Academy Awards (Oscar) En İyi Animasyon Film Adayı 2008

Comments (4)

Valuable info. Lucky me I found your site by accident, I bookmarked it.

Couldnt agree more with that, very attractive article

This is such a great resource that you are providing and you give it away for free. I enjoy seeing websites that understand the value of providing a prime resource for free. I truly loved reading your post. Thanks!

I just added your website on my blogroll. I may come back later on to check out updates. Excellent information!