İstanbula bişey olmaz +

Posted by Dilek ALTUN GENÇALP | Posted in , , , , | Posted on Çarşamba, Ekim 14, 2009

Blog action day'The Day After Tomorrow' filmini izliyorum.
İlk sahnenin başrolünde deniz var. Mavi.
Denizde irili ufaklı buzdan adacıklar. Beyaz.
Belki de adacık değiller, en miniği Büyükada kadar; ama anlayamıyor insan. Kamera ilerledikçe bildiğimiz ya da bilmediğimiz ‘Buzullar Diyarı’na geliyoruz. Görüntüye güneş ışınlarının sarı-pembe-somona boyadığı bulutlarla birlikte, göz alabildiğine bembeyaz bir kara parçası geliyor. Pırıl pırıl. Seyretmesi büyük keyif. Bir yandan huzur verirken, diğer yandan ‘Patlarsam yanarsın!’ diyor sanki.


Yeni Delhi’de Birleşmiş Milletler’in düzenlediği Küresel Isınma Konferansı’nda kahramanımız Jack’in konuşma sahnesi benim gözümde biraz daha farklı canlandı. New York’taki Birleşmiş Milletler binasının konferans salonundaydım. Tarih 22 Eylül’dü. Zirvenin konusu küresel ısınmayı da kapsayan İklim Değişikliği idi. Yuvarlak masa toplantısındaydık. Birden görüntülü bir mesaj yayınlandı. Türkiye'nin bugünkü başbakanı mesaj veriyordu. Diyordu ki;

  • İklim değişikliği bugün insanoğlunun karşılaştığı en önemli sınamalarından biridir
  • Bu sorunun yol açtığı büyük bir tehditle karşı karşıyayız
  • İklim değişikliği sınır tanımaz
  • Olumsuz etkiler tüm dünyada şimdiden hissediliyor
  • Soruna uygun yöntemlerle başa çıkılmadığı takdirde etkileri kötüleşecek
  • Bilimsel gerçekler neler yapılması gerektiği konusunda yol gösteriyor
  • Küresel sorunlar, küresel işbirliği gerektirir
  • (Benim) hükümetim olumsuz etkileri hafifletmek amacıyla tamamen ulusal kaynaklarla desteklenen çok önemli çalışmalara farklı sektörlerden ivme kazandırmış, bu yönde önemli gelişmeler kaydedilmiştir

Bir an için tekrar Jack’i gördüm. Kendisine sorulan bir soruyu yanıtlıyordu. Yeniden New York’a gittim, baktım, soru soran var mı diye. Neticede, yeni süper güç olmuş bir ülkenin başbakanı dünyanın tamamını ilgilendiren çok büyük bir tehlikeyle ilgili ‘önemli gelişmeler kaydettiklerini’ söylüyordu. Yoo, kimse ‘Ne yaptın, nasıl yaptın?’ demedi. Çok garibime gitti ama, filmin devamını kaçırmak istemediğim için bunu aklımın bir köşesine not ettim.

Filmin 13.cü dakikası itibarıyla dünyanın her tarafında iklim değişikliğinin etkileri görülmeye başladı. Fakat insanlar için bunlar sadece ‘garip’ olaylardı. Fırtınalara alışkın Amerikalılar için kopan fırtınaların, sürüler halinde ‘kaçışan’ kuşların, topluca huysuzlanan hayvanların bile insanlarda ‘Noluyo ya?’ hissini yaratmaması ayrı bir soru işareti. Hatta biliminsanları bile, İskoçya’daki okyanus yüzeyindeki su sıcaklığının düşüşünü ‘hata’ya bağladılar. Neyse ki California’nın sahil hattında birden fazla hortum oluştu da, insanlar olaya ilgi-alaka gösterdiler. Kanada, Avusturalya, Japonya, Sibirya derken dünyanın her bir tarafından ayrı felaket hava haberleri gelir. Jack’e göre bunun böyle devam etmesi şöyle dursun, daha da kötüleşecektir. Filmin 37.ci dakikasında kahramanımız Başkan Yardımcısı’na can alıcı bilgiyi kim bilir kaçıncı kez verir: iklim hızla değişmektedir, buzul çağı gelmektedir.

Kameralar New York üzerinde dehşet veren şimşekleri gösterir, okyanus suları saniyede 25 feet (7,65 mt) yükselmektedir. Koca koca ağaçlar köklerinden sökülmüş, sokaklarda yatmaktadır. Trafik felç olmuştur. Araçlar yollarda kalmıştır, insanlar bel hizasındaki suların içinde oradan oraya koşturmaktadır. Tam bir can pazarı durumu yaşanmaktadır. Bu manzara bana yakın geçmişte İstanbul’da yaşanan sel felaketini hatırlattı. Tıpkı kahramanımız Jack’in yaptığı gibi, bizim meteoroloji yetkilileri de ‘şiddetli yağış’ konusunda günler öncesinden gerekli uyarıları yapmıştı. Yapmıştı da ne olmuştu sanki? Tıpkı kahramanımız Jack’e olduğu gibi, hiç bir yetkili bu uyarıları ciddiye almadı. Kısacası görevlerini gerektiği gibi yapmadılar.

Ve, sonuç aynı filmin bu sahnesindeki New York gibiydi: ürküten şimşekler, azgın nehirlere dönüşmüş su dolu yollar, oyuncak gibi sel sularına kapılan otomobiller, kamyonlar hatta tırlar. Yardım helikopterleri nafile bir çabayla bir o yana bir bu yana uçuyorlardı. Filmde tırlarda uyuyan şoförlerin çamurda boğulmuş cesetlerini veya azgın suların annesinin elinden bir anda kaçırdığı ve yuttuğu çocukları görmedik, ama İstanbul’da bunlar da yaşandı. Ayamama denen doğallığını kaybetmiş oluşum taştı, tıpkı 1995’deki şiddetli yağmurda taştığı gibi. Günümüzün başbakanı, o vakit İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı.

İşin traji komik yanı mı dersiniz, yoksa sadece trajedi ya da sadece komik mi dersiniz bilmem ama, bugünün iktidarı İstanbul’daki felaketi ‘derenin intikamı’na bağladı, ‘takdiri ilahi’ dedi, felakete kurban giden oy depoları olan vatandaşları ve küresel ısınmayı suçladı! Nasıl olur, diye soruyorsanız okumaya devam edin. Sormuyorsanız, bu yazı size göre değil zaten, değerli vaktiniz için teşekkür ederim.

İstanbul’un şimdiki belediye başkanı Kadir Topbaş’ın açıklamasından bir alıntı:

"(..) Gezegenimizi çok kötü kullanıyoruz. Teknolojik gelişmelerin karşısında doğayı ciddi tahrip ettik. Ekolojik kıyametten ve iklim değişikliklerinden bahsediliyor. İnsan olarak çevreye ve doğaya saygılı olmalıyız. İşte bir ekolojik kıyametin sanki habercisi iklim değişikliklerinin getirdiği sıkıntıyı hep birlikte yaşıyoruz. Gezegenimiz ciddi bir sıkıntı çekiyor. Yağışların dengesizliği bunu gösteriyor. Son 80 yılın en büyük yağışının birkaç saat içinde İstanbul’a düşmesinin karşısında insanın bu doğal afetler karşısında yapacağı bir şey kalmıyor. Bunlar olağanüstü hal. İnsanoğlu bu gibi afetlerde çaresiz kalıyor. (..) Ancak burada yıllarca yapılan işyerleri var. Bahçeşehir’in üst taraflarında vadiye dik olarak kaçak toprak dökümünü gördüm. Bir baraj oluşuyor orada. Arkası dolup patladığında, getireceği felaket Bahçeşehir’in büyük bir bölümünü alıp götürür. Kimse verdiği zararın farkında değil, bu nasıl bir insanlık, hangi birinin peşine düşeceksiniz?" (10.09.2009, Radikal)

Tercümesi şöyle: Ayamama Deresi kenarındaki yapılaşmaya izin veren imar planı için İdare Mahkemesinden çıkan ‘yürütmeyi durdurma’ kararını görmezden gelen bir belediye başkanıyım, ama bunun konumuzla ilgisi yok. Şehircilik ilkelerine aykırı olan bu planda, derenin dere olma vasfını yitireceği, çevredeki yeşili yok edeceği, bunun küresel ısınma felaketini tetikleyeceğinin ise konuyla hiç ilgisi yok. Gazetecilerden biri, aynı yere 1978’de düşen yağış miktarını, buranın o zamanki halini bugünkü ile kıyaslarsa, hapı yuttum demektir. Zaten belediyenin görevleri arasında kaçak yapılaşmaya alkış tutmak, hizmet götürmek de olmalı, tabi ki oy karşılığında…

Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun açıklamasından alıntı: (Milletvekili olmadan önce İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) Genel Müdürü)

"İlmi olarak meseleye bakmak gerekir.(..)Küresel iklim değişikliği nedeniyle taşkınlar daha da artacak. Vatandaşlar dere yataklarını işgal etmeyecekler. Dere yatağını işgal ederseniz, bir gün dere mutlaka işgal edilen yatağını geri alır. Burada vatandaşlara büyük iş düşüyor. Özellikle imar planlaması yapılırken, belediyeler yer darlığı sebebiyle dere yataklarını kapatarak, yer kazanmak adına geçmişte hatalar yapılmıştır. Kaçak yapılar varsa, yerel yönetimlerin bunu kesinlikle önlemesi gerekiyor. Bir yılda yağacak yağışın neredeyse üçte biri 48 saatte yağdı. Bu hakikaten bir tufan belirtisidir. Buna ne Türkiye’de ne Amerika’da ne de hiçbir yerde alınacak önlem yoktur. Mühim olan hasarı asgariye indirecek tedbirler almaktır. Burada herkesin eksikliği var. Bir defa imar planında eksiklikler var. Dere yatakları işgal ediliyor. Yapanın yaptığı yanına kâr kalıyor. Vatandaşlarımız dere yatağına ev yapmışsa bunu kaldıracağız." (10.09.2009, Radikal)

O sırada aklından geçenler: Kendinden başka herkesi, her şeyi suçla. Şööle bir-iki rakam da ver ki, konuya çalışmış gözük. Bi de ilahi, yüce bişilere gönderme yap, tamamdır. Ha, bi de kararlı bi tavır sergile.

Aynı kişi Silivri’de sel felaketinden sonra halkına iniyor, incelemerde bulunmak için. Televizyonda gözlerimle gördüğüm, kulaklarımla duyduğum şöyle şeyler oluyor: Vatandaşların arasında bir kadın:
- ‘Evim gitti, evim, canım yandı benim, niye görevliler yardıma gelmedi?’ diye haklı olarak isyan ediyor.

Gelen yanıt:
- Bakanınız burda ya!

Vatandaşların sesleri daha çok çıkıp, daha çok kişi şikayete başlayınca, Bakan (ama bakmak fiilini yapmayan) oradan uzaklaşırken şöyle diyor:
- Fuzuli konuşuyorsunuz!

Bugünkü Başbakan’ın açıklamasından:

"Atalarımız derenin intikamı ağır olur, demişler. Yataklardaki bütün yerleşimleri kaldırmalıyız. Islah yapacağız. Ayamama’dan başlıyoruz. Vatandaş engel olursa kısa sürede yapamayız."

Alt yazısı: Şimdi bööle diyim de, yarın öbür gün neden ıslah etmediniz diye sorana, vatandaş engel oldu derim. Allahıma bin şükür olsun kimse 1995’deki selde Ayamama’nın ıslah edilme konusunun konuşulduğunu hatırlamıyo! Amaaan, hatırlarsa da Cumhuriyet Halk Partisi engel oldu derim, o da olmadı hava çok sıcaktı der, küresel ısınmaya suçlarım, geçer gider.

Hani aklımın bir köşesine not ettiğim şey vardı ya yukarıda bir yerlerde, yanıtını buldum. Sel felaketine 'Derenin intikamı' diye açıklama getiren birine, ki o aynı zamanda dünyanın en önemli sorununun çözümünde ilerleme kaydettiğini belirtiyor, 'Ne yaptın, nasıl yaptın?' diye sormak mangal gibi yürek istermiş...

Bence eskiler geleceği görerek dereye adını vermişler. Şöyle ki, herhangi bir bilinmeyen zamanda, çarpık yapılaşmayla doğanın dengesinini bozulacağını ve felaket yaşanacağını bilmişler; belediye başkanının bu duruma ‘aymayacağını’ bilmişler; bu aymazlık durumunun 14 yıl boyunca devam edip, aynı yoğurdu yiyen diğer bir belediye başkanının da ‘ayamayacağını’ bilmişler de, o yüzden dereye ‘Ayamama’ adını vermişler!

Şehire göçü hızlandıran nedenleri yaratanlar, oy uğruna, rant için, dünyanın ciğerleri olarak bilinen ormanları yok ederler, 2B denen belki elli kez veto yemiş bir orman kanununu şak diye çıkarırlar; petrol ve kömür gibi yenilenebilir olmayan ve kirlilik yaratan enerji kaynaklarının tüketimi konusunda halkı bilinçlendirmek adına hiçbir çaba sarf etmezler; günümüz insanının alışageldiği yaşam biçiminden kaynaklanan fazla sera gazının küresel ısınmaya etkisini görmezden gelerek ‘daha fazla tüketim’ ilkesini pompalarlar. Bunun sonucunu en iyi kahramanımız Jack’in şu cümleleri anlatıyor:

"Dünyanın iklimi çok kırılgan. Hemen harekete geçmezsek, bedelini çocuklarımız, torunlarımız ödeyecek!"

Ohoo, benden sonrası tufan!

IMF ve Dünya Bankası'nın İstanbul'da yapılan yıllık toplantılarında ülkemizin şimdiki başbakanı, ekonomilerde büyüme sağlanırken çevrenin göz ardı edildiğine, çervenin katledildiğine, iklim değişikliği konusunda beklenen uluslararası düzenlemelerin hala yapılmadığına dikkat çekti. Nasıl, ne yaparak dikkat çekti? Herhangi özel bir şey yapmadı ama, SÖZLÜ olarak dikkat çekti. Mesela, Maldiv Takım Adaları'nın Devlet Başkanı Muhammed Naşid ve kabine üyeleri, 17 Ekim'de dalgıç kıyafetleri ve ekipmanlarıyla 6 metre derine inerek sera gazını kesmeleri için diğer devletlere bir çağrıda bulunacaklar. Dalmak için biliyorsunuz sertifikanız olması lazım. 14 üyeli kabine ders aldı; Naşid ise zaten sertifikalı bir dalgıç. Dikkat çekmekten ziyade proaktif bir örnek, üyesi olmak için çaba sarfedermiş gibi yaptığımız AB'den geliyor. Frankfurt Belediyesi, iklim değişikliği ile doğrudan ilgili olan enerji tüketimi konusunda 'Pasif Ev' olarak adlandırılan, tükettiği kadar enerji üretimi yapan binaları zorunlu kılıyor.

Haksızlık ediyorsun, diyenleriniz çıkabilir. Örnek olarak 10 milyon TL'ye mal olan hava tahmin hızını 42 kat artıracak yeni bilgisayar sistemini gösterebilir. Bu çok önemlidir. Çevre ve Orman Bakanımız Eroğlu'nun da dediği gibi 'teknoloji kullanma açısından münhasır (muasır demek istedi herhalde?) medeniyetler seviyesindeyiz.' Erken uyarı sisteminin önemsiz olduğunu söyleyen yok ama, erken uyarı geldiğinde gerekli önlemleri alacak olan otoritenin ciddiyeti, organizasyon becerisi, yeterli ekipman, kalifiye eleman vb hususlar çok daha önemli. Yoksa, İstanbul Valisi Muammer Güler'in yaptığı gibi işi Allah'a havale etmeyi kim olsa yapar:

“Allah bizi ve bütün insanlığı korusun, memleketimizi ve bütün dünyayı korusun. Bu sadece bizimle değil, küresel ısınmanın etkileri nedeniyle bütün insanlıkla ilgili bir konu. Dünyamıza yaptığımız kötülüklerle, bütün insanlık olarak, yalnızca ülkemiz olarak değil yüzleşmeye herhalde başlamış durumdayız. Bu tür düzensiz yağışlar, buzların erimesi, bütün diğer olumsuzluklar insanoğlunun önümüzdeki yıllardan itibaren çok fazla yoracağı benziyor. Devletimize ve milletimize güç ve kuvvet versin.” (11.09.2009)

Ülkeyi bu bakış açısıyla yönetenlerin, protesto edilmeyi peşinen kabul edip etmediklerini bilmiyoruz. Fakat Banvit'in 'kınamak' için gazete ilanı verdiğini biliyoruz:

“Çalışanlarımıza ve çocuklarımıza selin travmasını yaşatanları, şirketimizde milyonlarca liralık maddi hasara dolaylı yoldan sebep olanları, şirketimizin ve çalışanlarımızın her yıl ödediği milyonlarca liralık vergiye rağmen görevlerini eksik yapan kamu yetkililerini kınıyoruz. Soruyoruz: Bandırma-Balıkesir yolu Karasilli Deresi geçişine ne zaman bir köprü yapılacak? Karasilli Deresi ve su toplayan ana yataklar, temizlenecek mi? Yoksa, korktuğumuz gibi bu felaket de unutulup gidecek mi?” (21.09.2009, Radikal)

Filme dönecek olursak, sonuç olarak, küresel ısınmaya, iklim değişikliğine dikkat çekmek için yapılmış, bence gayet güzel mesajlar da içeren bir film. Evet abartmışlar; sinema endüstirisinde konuya 'dikkat çekmek için' güzel bir yöntemdir abartmak. Buradaki gibi olayların birkaç saat ya da gün içerisinde olamayacağı malum. Mu acaba?

Filmde en çok güldüğüm replikler:

Buzul çağının başladığını haber veren Jack’e profesör Rapson’un yorumu:
‘Kurtarabildiğiniz kadar insan kurtarın!’

‘Ice Age’ gelirken Amerika’nın kuzeyindeki insanların ne yapabileceklerini soran Amerikan Başkanı’na kahramanımız Jack’in yanıtı: ‘Fırtına geçinceye kadar dışarıya çıkmasınlar. Kapalı yerde kalsınlar. Dua etsinler.’

Yardımcısı Jason’la, Jack arasında geçen bir diyalog:
Jason:
- Bize ne olacak dersin?
Jack:
- Ne demek istiyorsun?
Jason:
- Biz derken medeniyet, insanlık diyorum
Jack:
- İnsanlık son buz çağında hayatta kalmayı başardı, bunda da kesinlikle başarabiliriz. Herşey hatalarımızdan ders alıp almamaıza bağlı.

Hatalarımızdan ders almak iyi hoş da, filmde sadece Kuzey Yarımküre buzul çağına giriyor. Bu durumda adamlar diyor ki, Güney Yarımküre’de medeniyet de yok, insanlık da…

Yönetmen: Roland Emmerich

Oyuncular: Dennis Quaid, Jake Gyllenhaal, Sela Ward, Emmy Rossum, Ian Holm, Dash Mihok, Jay O. Sanders, Kenneth Welsh




(15 Ekim 2009 dünya çapında çok sayıda blogun katılımıyla düzenlenen Blog Hareket Günü)

Comments (0)